Kitlelerin Ayaklanması - Jose Ortega y Gasset
Kütle kendi başına buyruk kesildiği zaman, başka bir yolu olmadığından, sadece bir tek yolda gider: Linç eder. Linç kanununun Amerika'dan çıkması hiç de tesadüfi değil, çünkü Amerika, bir bakıma, kütlelerin cenneti. Ve günümüzde kütleler zafere eriştiği zaman, şiddetin galebe çalarak tek doktrin haline gelmesi hiç de daha az şaşırtıcı olmayacak.
Geçenlerde Madrid sosyetesinin gök kubbesindeki bir numaralı yıldız, tepeden tırnağa gençlik ve güncellik dolu, hayatının baharında bir küçük hanım, beni düşüncelere salan bir söz etti: "Davetli sayısı seksen kişiyi bulmayan bir baloya dayanamıyorum:" O sözleri işittiğimde, günümüzde yaşamın tüm alanında kitle tarzının zafere ulaştığını, mutlu azınlığa özgü sayılan en kenar köşede bile kendini dayattığını fark ettim.
Uzun sözün kısası, nedir çağımızın düzeyi?
Tüm zamanların olgunluğa erişmesi değil, yine de kendini gelmiş geçmiş tüm zamanların üstünde, şimdiye değin yaşanmış tüm olgunluklardan üstün hissetmekte. Çağımızın kendi kendisini nasıl hissettiğini açıklamak kolay değil: Diğer dönemlerden ileri olduğunu sanmakta, aynı zamanda kendi kendini bir başlangıç olarak algılıyor, aslında bir can çekişme olmadığından da emin değil. Hangi anlatımı seçmeliyiz? Galiba şunu: Tüm öteki çağlardan üstün, ama kendi kendisinin altında. Son derece güçlü, aynı zamanda yazgısına güvensiz. Elindeki güçlerden ötürü gururlu, aynı zamanda ürküyor onlardan.
Şimdilerde ortalığa hakim olan vasat insanın uygarlaşma sürecini kendi başına taşıyabileceğini düşünmek hayalperestlik olur. Salt bugünkü uygarlığı koruma süreci son derece karmaşık bir iş ve sayılamayacak çok incelik gerektirmekte. Bu vasat insan onunla baş edemez, uygarlığın sunduğu birçok aygıtı kullanmayı öğrenmiş gerçi, ama doğasının özelliği uygarlığın ilkelerinden kökten habersiz oluşudur.
Hiçbir devirde olmadığı oranda güçlü bir kitle ile karşı karşıya bulunuyoruz, n'eyleyim ki, o kitle geleneksel kitleden farklı olarak kendi çerçevesine sıkışıp kalmış, hiçbir şeye, hiç kimseye hayrı dokunacak durumda değil, kendi kendine yeterli olduğunu sanıyor, dik kafalı bir insan yığını.
Toplumların yönetimini öyle bir insan türü ele geçirmiş bulunuyor ki, uygarlık ilkelerine karşı herhangi bir ilgisi yok. Oyalayıcı nesnelere, otomobillere ve benzeri birkaç şeye karşı ilgisi var. Ancak bu da uygarlıkla hiç mi hiç ilgisi olmadığını doğruluyor, çünkü o nesneler uygarlığın yalnızca ürünleridir.
Başlangıçta yaşam, insanın içinde yitip gittiği bir kaostur. İnsan bunu sezinler, ama o korkunç gerçekle yüz yüze kalmaktan dehşet duyar ve onu her şeyin apaçık belli olduğu hayal ürünü bir perdeyle gizlemeye çabalar. Kafası berrak olan adam, o hayal ürünü "fikirler" den kendini kurtarıp, hayata cepheden bakandan; hayatta ne varsa hepsinin sorunsal olduğunu üstlenip, kendisini yitip gitmiş hissedendir. Ki bu da gerçeğin ta kendisi olduğundan, onu kabullenen kişi artık kendini bulmaya başlamış demektir, sahici gerçeğini keşfetmeye başlamıştır artık, ayağını sağlam toprağa basıyordur. Bir deniz kazazedesi gibi içgüdüsel olarak tutunacak bir şey arayacaktır ve işte o trajik, ivedi, kurtulma çabasında olduğundan ötürü kesinlikle sahici olan bakış, onun kendi hayatının kaosuna bir düzen vermesini sağlayacaktır. Sahici olan fikirler yalnızca bunlardır: Kazazedenin fikirleri. Geri kalanı safsatadır, tavır koymadır, kendini aldatmadır.
Hemen tüm ülkelerde, homojen bir kitle her türlü muhalif grubu ezmekte, yok etmekte. Kitle kendisinden başkasıyla birlikte yaşamayı istemiyor. Kendi kendisi olmayan şeyden ölümüne nefret ediyor kitle.
Yığınlar ve yığınlarca insan öylesine hızlı bir tempoyla savrularak tarihin üzerine kümelenmiştir ki, onları doyuracak ölçüde geleneksel kültür sağlamak kolay olmamıştır. Gerçekten de günümüzün ortalama Avrupa insanı tipi geçen yüzyılın kilere kıyasla daha sağlıklı ve kuvvetli bir ruha sahip, ancak çok daha basit bir ruh bu. Kimi zaman sanki çok eski bir uygarlığın ortasında beklenmedik biçimde bitivermiş bir ilkel insanmış izlenimi vermesi bundan ileri geliyor. Geçen yüzyılı o denli gururlandıran okullarda kitlelere modern yaşam tekniklerinin ötesinde hiçbir şey öğretilemedi, kitlelerin eğitimi başarılamadı. Kitlelere hayatı yoğunlukta yaşamalarına yarayan araçlar sağlandı, ama yüce tarihsel görevlerin gerektirdiği duyarlık verilemedi; modern olanakların gururu ve gücü alaş telaş aşılandı onlara, ama ruhu aşılanamadı.
İnsan yaşamının potansiyel boyutu her dönemin kine kıyasla baş döndürecek kadar geniş kapsamlı bir olanaklar ortamını içeriyor. Zihinsel düzlemde daha çok sayıda olası tasarlama yolları, daha çok sorunlar, daha çok veriler, daha çok bilimler, daha çok bakış açıları bulunuyor.
Her birey tüm dünyayı yaşıyor. Yeryüzünün her köşesi artık kendi geometrik mekânına sınırlı olmaktan çıkmış, birçok yaşamsal bağlamda gezegenimizin kalan yerlerinde de etkisini göstermekte. Günümüzde yeryüzünün herhangi bir noktası düpedüz her yerde hazır ve nazırdır. Uzakların böyle yakında gelmesi, aslında orada bulunmayanın varlığı, her yaşamın ufkunu inanılmaz boyutlara taşımış oluyor.
Kitlelerin ayaklanması insanlık için yepyeni, eşsiz bir. örgütlenmeye geçit olabilir, ama aynı zamanda insanın yazgısında bir felaket de olabilir.
Avrupa ufak uluslar halinde oluştu. Bir bakıma ulusallık fikri ve duygusu onun en özgün icadı oldu. Şimdi ise kendi kendini aşmak zorunda bulunduğunu görüyor.
Avrupa, her zaman için, mutlak sınırları bulunmayan, kesintiye uğramayan, üniter bir toplumsal çevre olmuştur, çünkü 'toplumsallığı' oluşturan o pek garip zorlayıcı güçle donanmış olan bir temel ya da 'kolektif geçerlilikler hazinesi' bir ortak kanılar ve değerler dizisi hiç eksik kalmamıştır. Avrupa toplumu Avrupa uluslarından önce var olmuştur demek hiç de abartılı olmaz
Kitleden maksat işçi demek değildir, deyimi burada bir toplumsal sınıf anlamında kullanmıyorum, tersine, günümüzde bütün toplumsal sınıflarda var olan ve bu yüzden çağımızı temsil eden, bu çağda baskın ve egemen olan bu sınıfı ya da insan biçimini anlatıyor.
Sanılanın aksine, esasında kölelik durumunda yaşayan kişi kitle insanı değil, seçkin kişidir. Yaşamını eğer aşkın bir şeylerin hizmetine sunamamışsa, bir anlam veremez ona. Disiplin olarak yaşamdır bu soylu yaşam. Soyluluk çaba gereksinimiyle, zorluklarla tanımlanır, haklarla değil.
Kamusal yaşam salt siyaset değildir, aynı oranda, hatta daha öncelikle zihinsel, ahlaksal, ekonomik, dinseldir; topluluğun tüm davranışlarını içerir, giyim kuşam ve keyif alma biçimleri de ona dahildir.
Geçmişi inkar etmek saçma ve aldatıcıdır, çünkü geçmiş "insanın doğal halidir, dörtnala geri döner."
Öyle bir olgu var ki günümüzde, iyiliği kötülüğü bir yana, Avrupa'nın kamusal yaşamında en büyük önemi almış durumda. Bu olgu topluma tümüyle kitlelerin hakim olmasıdır. Oysa kitleler, tanımları gereği, kendi yaşantılarını yönetmemelidirler ve yönetemezler, hele topluma hükmetmeleri olacak iş değildir;dolayısıyla Avrupa, halkların, ulusların, kültürlerin başına gelebilecek en ağır bunalımın içine düşmüş bulunuyor.Tarihte birkaç kez ortaya çıkmış bir bunalımdır bu. Çehresi de sonuçları da tanıdıktır. Adı da tanıdıktır. Kitlelerin ayaklanması denir adına.
Yaşadığımız anın özelliği sıradan ruhun, kendi sıradanlığını bile bile, sıradanlık hakkını ileri sürmesi ve onu her yerde dayatmasıdır.
Bir, günümüzde kitleler büyük ölçüde eskiden yalnızca azınlıklara özgü sayılanlarla örtüşen yaşamsal alanlara yayılmış durumda; ikincisi, kitleler aynı zamanda azınlıklar karşısında hırçınlaşmışlar; onlara boyun eğmiyorlar, onları izlemiyorlaı; onlara saygı duymuyorlar, tersine, yan çiziyorlar, yerini almadalar onların.
"Halk" o zamanlar denildiği üzere, "halk" egemenliğin artık kendinde olduğunu biliyordu; bilmesine biliyordu da inanmıyordu. Günümüzde o ülkü bir gerçeğe dönüşmüş bulunuyor, artık kamusal yaşamın dış taslakları olan yasalarda değil, fikirleri ne olursa olsun, hatta fikirleri gerici bile olsa, her bireyin yüreğinde; yani o hakların onaylandığı kurumları ezip öğüttüğü zaman bile. Bana kalırsa, kitlelerin bu tuhaf ruhsal durumunu kavramayan kimse bugün dünyada görülmeye başlayan olguyu kendine hiç mi hiç açıklayamaz.
Niteliksiz bireyin egemenliği, sıradan insanın egemenliği, hukuksal bir fikir ya da ülküyken, öylece vasat insanın ruh durumunun yapı taşına dönüştü. Ve şunu da bir kenara kaydedelim: ilkin ideal olan bir şey gerçeğin parçasına dönüştüğünde, ideal olmaktan çıkması kaçınılmazdır. idealin özellikleri olan, idealin insandaki etkisi olan, insana birtakım girişimlerde bulunma yetkisini bahşeden o nüfuz ile o büyü uçup gider. Cömert demokratik esinin armağan etmiş olduğu eşitleyici haklar, başlangıçta emel ve idealken, giderek bilinçsiz iştahlara ve sanıiara dönüşmüş bulunuyor.
Ne var ki o hakların tek anlamı insanların kendi ruhlarını içsel köleliğinden kurtarmak, onlarda belli bir efendilik ve vakar bilinci uyandırmaktı. Bu değil miydi murat edilen? Vasat insanın kendine sahip çıkması, kendini kendisinin ve hayatının efendisi, hakimi olarak hissetmesi değil miydi?
Bugünkü ve yakın gelecekteki her türlü iyiliğin ve her türlü kötülüğün nedeni ve kaynağı tarihsel seviyenin böyle yükselmiş olmasıdır.
Tarihsel seviyenin bütünüyle yükselmesi anlamına geliyor ve ortalama yaşamın günümüzde dün bulunduğundan daha yukarı bir düzeyde gelişmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu sayede şunun ayrımına varabiliyoruz: Yaşamın farklı düzeyleri olabilir ve konuşurken anlamsızca yinelediğİrniz çağın düzeyi deyişi aslında çok anlamlı bir anlatımdır. Bu noktaya bir mim koymakta yarar var, çünkü çağımızın en şaşırtıcı özelliklerinden birini saptamamıza olanak veriyor.
İnsan vardır, güncel yaşantının hallerinde bir türlü suyun yüzüne çıkamayan bir deniz kazazedesi gibi hisseder kendini.
Geçmiş çağların herhangi biri Bundan iyiydi. Jorge Manrique Oysa doğru değildir bu. Tüm çağlar kendilerini ne geçmişteki herhangi bir çağdan aşağı hissetmişlerdir,ne de kendilerini hatırladıkları gelmiş geçmiş tüm çağlardan üstün saymışlardır. Tarihin her çağı yaşamsal düzey denen şu garip olgu karşısında farklı bir hissedişi ortaya koyar; böylesine açık seçik ortada olan, böylesine özlü bir olgunun düşünürlerle tarihçilerin hiç dikkatini çekmemiş olmasına şaşıyorum.
Değerlendirmeler (0)